22 Ocak 2009 Perşembe

Ayrılık

'Seninle konuşmamız lazım..." cümlesiyle başlar herşey. Eğer 6. hissiniz azıcık bile çalışıyorsa, çok az bile olsa gözlem yeteneğiniz varsa bu sözleri duyduktan sonra karnınızın tam orta yerine koskocaman bir yumruk oturur. Bilirsiniz lafın gideceği yeri. Bilirsiniz o yumruğunu döne döne büyüyeceğini...
Ayrılık lafı asla yalnız kalmaz bu çok mühim konuşma esnasında. Mutlaka bir sebep vardır. 'Kafam çok karışık', 'kendimi toparlamam lazım', 'zor günler geçiriyorum, lütfen üzerine alınma', ve tabi daha nice şekillerde sıralanabilir bu konuşmanın başrolündeki cümleler. Bu cümlelerin arasındaki dolgu ise özürlerle yapılır. Özür dilemek, giden kişi için daima bir 'iç rahatlatma' unsuru olmuştur. Özrünün değiştireceği hiçbirşeyin olmadığı ne kadar bariz olursa olsun, daima dilenir özür. Bazen gidenin gururu kaldırmaz özür dilemeyi, şarkılar ona tercüman olur. 'Seni kırmak istemezdim', 'beni affet', 'üzgünüm' şeklinde sıralanıp gider şarkıların temaları ve hatta sözleri...
Gurur olarak adlandırdığımız o anlamı çözülemeyen duygu kombinasyonu kontrolü ele geçirir böyle durumlarda. İçiniz içinizi yerken, kafanızda 'lütfen gitme, bırakma beni' diye çığlıklar yankılanırken ağzınızdan dökülen sözcükler bambaşka olur; 'sen bilirsin', 'yapacak birşey yok', 'yolun açık olsun' ve elbette daha niceleri...
Çok güçlü olabilirsiniz, bunalım kelimesi size bir espriden daha yakın gelmeyebilir, en büyük duygusal zorluklardan zarar almadan sıyrılmış olabilirsiniz (veya öyle düşünüyorsunuzdur) ancak sevilen kişinin gittiği durumlar daima içinizde bir yara açar. O kişiyi unuttuğunuzu düşündüğünüz, tamamen alakasız anlarda öyle tesadüfler, öyle referanslar çıkar ki karşınıza, kendinizi onu düşünmekten alıkoyamazsınız. Bir sinema bileti, bir fotoğraf, bir söz, hatta bir koku... İşte bu yaradır bu durumlarda tekrar sızlayan, içinizi acıtmasa bile aklınızı karıştıran, sizi kitleyen, zamanı donduran... Eğer gerçekten sevmişseniz, bu yara hiçbir zaman iyileşmez. İyileşmez derken, hayatı yaşarsınız, gülersiniz, eğlenirsiniz, yeni kişilerle tanışır yeni ilişkiler tecrübe edersiniz, bu yaranın üstüne yara bantları, sargı bezleri sarılır ancak o yaranın her zaman orada olacağı aşikârdır. Birgün sizi üzmediğine artık emin olursunuz, ve o günden sonra ne zaman o yara sızlasa, gözleriniz dalar, yüzünüzde acı bir tebessüm oluşur, susarsınız, düşüncelere boğulur gidersiniz, ta ki sizi, en az sizin onu sevdiğiniz kadar seven birisi elinizden tutup sizi yukarı çekene dek...
Ayrılıklar hiçbir zaman kolay olmamıştır. Bebekken emziğimizden, çocukken oyuncaklarımızdan, gençken cep telefonumuzdan, kısacası yaşam boyu sevdiğimiz, değer verdiğimiz, bizim için önem taşıyan şeylerden ayrılamayız. Hele ki o sevdiğimiz kavramlar 'şey' olmaktan çıkıp 'kişi' olduğunda, vazgeçmek sonsuz kat daha zor bir hâle gelir.
Ayrılıklarda elbette en çok akılda kalan şey veda sahneleridir. Bu sahneler kimi zaman bir film havasında, mükemmel bir manzara eşliğinde arkasını dönüp yürümek suretiyle olur, kimi zaman basit bir mekanda basit birkaç cümleyle, kimi zaman gözyaşlarıyla dağılmış mürekkep izleriyle dolu bir mektupla, kimiz zaman umursamaz bir telefon konuşmasında, kimi zaman ise saygısız bir chat ortamında gerçekleşir. Şekli ne olursa olsun, kesin bir şey vardır ki o da seven kişinin gidişinin ardından bir yaranın açılacak olmasıdır...
Her ne kadar karamsar bir durum gibi görünse de ayrılıklar, bazen 'hayırlısı olsun' lafının bire bir karşılığı olarak gerçekleşir ayrılıklar. Gerçekten hayırlısı odur. Yeni kişiler, yeni yüzler dünyanızı değiştirip hayatınıza yepyeni bir yön verebilir; ancak seven gönüllerde tek bir şekilde anlam bulur bu 'hayırlı durum'. Seven gönül diler ki 'bu ayrılık ona ders olsun, kafasındaki sorunlar çözülsün ve bana geri geldiğinde sonsuz mutluluğa doğru beraber yol alalım'. Çünkü ta en başta dert ortaklarından, en yakın arkadaşlardan, bize değer verenlerden duyulan 'hayırlısı olsun' laflarına karşın 'inşallah hayırlısı O'dur' diye karşılık veren, yine bu seven gönüllerdir. İşte 'gerçek sevgi' dediğimiz kavram da, tam olarak budur...

Sevgiyle kalın,

Şanssız Adam...

8 Ocak 2009 Perşembe

Bulutların arkasındaki mutluluk...

İstanbul'da yağmur, kar neden sevilir? Çünkü bilinir ki ardından güneş ortaya çıkacak, bahar gelecek, hava ısınacak vs. İşte ardından bu güzelliklerin gelecek olması, kimilerinin nefretle baktığı bu yağışları, kapalı havayı başkaları için güzel kılar. Aşk da böyledir. Birine aşık olursunuz, ardından hayaller kaplar beyninizin her kıvrımını, geleceği düşünürsünüz, mutluluğu hayal edersiniz, uzaklara doğru dalaaar gidersiniz. İşte bu hayaller, bu mutlu anların hayalleri önümüze çıkan her zorluğu aşmada bize kuvvet verir, bizi motive eder.
Uzun bir mücadeledir aşk... Çok sevinirsin, çok üzülürsün, çok gülersin, çok ağlarsın bu mücadele boyunca. Kendi hislerini karşındakine aşılamak, gerçekten zordur. Gönülden istersen bunu, bu gerçekleşir. Er ya da geç gerçekleşir. Ama bu 'geç' ne kadar geç bilinmez. Asıl bilinmeyen ise, psikolojinin bu 'geç' kavramının bir limitinin olmamasını kabullenip kabullenemeyeceğidir. Kabullensen bir dert kabullenmesen bir dert...
Hiçbir zaman hayata kapamayacaksın kendini. Seveceksin, bağlanacaksın, peşinden koşacaksın ama kendini hiçbir zaman dış dünyaya kapamayacaksın. Karşındaki sana her türlü testi uygular, her türlü duruma sokar ve en kötüsü her türlü zulümü üzerinde dener. Ancak birgün olup da o kişi sana geldiğinde yaşadıklarının hepsi birer ödülmüş gibi gelir. Önemli olan o andan itibaren yaşayacaklarındır.

Osmanlı gerçekten işi biliyordu. Mehter Takımı'nın yürüyüşündeki esas, bizi aşkta mutlu sona ulaştıran en önemli noktalardan biridir; 2 ileri, 1 geri. ;)

Aşk yolunda çok gazi, çok şehit verdi bu şehir. Siz siz olun, aşkınızın peşinden gidin, ne olursa olsun vazgeçmeyin. Ama en önemlisi kendinizi bu "ne olursa olsun" kavramına hazırlayın. Çünkü herşey aşkla bitmiyor, karşınızdakinden her an her türlü kazığı yemeye hazır olun. Ben yedim ordan biliyorum ;)

Sevgiyle kalın,

Şanssız Adam...

Selamlar...

Şanssız Adam herkese merhabalar diler...

Sevgiyle kalın,

Şanssız Adam...